Osmanlı döneminde iş hayatıyla ilgili en önemli düzenleme, kısaca Mecelle diye anılan kanundur. Mecelle, işçi ve işverenlerin iş ilişkilerini tam bir özgürlük içinde düzenleyebileceklerini kabul etmişti. Mecelleden önce 1869 tarihinde iş yaşamını düzenleyen bazı düzenlemeler de çıkarılmıştır. Örneğin madenlerde çalışma zorunluluğu kaldırılmış, fakat sendika kurma ve grev yapma imtiyazlı şirketler ile kamu yararına kurulu kurumlarda yasaklanmıştır.
Çalışma ilişkilerinin düzenlenmesinde genel olarak esnaf kuruluşları (loncalar) tarafından oluşturulan kurallar belirleyici rol oynamaktaydı[43]. Her meslek ve sanat dalı için bir lonca oluşturulmuştu. Bu kuruluşlarda çıraklık, kalfalık ve ustalık biçiminde hiyerarşik bir ilerleme söz konusuydu. Oldukça demokratik esaslar geçerliydi. Ayrıca kurulan Orta Sandığı yaşlılık, hastalık, sakatlık ve ölüm gibi hallerde lonca mensuplarına veya geride kalanlara yardım götürmekteydi.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde sanayi çok ilkeldi. Ağır sanayi kurulamamıştı, yüksek fırınlar, maden sanayi, makina üreten sanayi yoktu. Batıdaki sanayi devrimi de yakalanamadığından, sanayi gelişememiş, tarım dışı alanlarda Osmanlı üretimi, Avrupa sanayinin rekabeti karşısında, ancak bu rekabetin izin verdiği ölçüde yaşama hakkına sahip olabilmiştir. Bu süreç içerisinde küçük esnaf örgütü olan lonca sistemi zayıflamış ve giderek ortadan kalkmıştır.
Cumhuriyet döneminde sanayicilere tanınan önemli kolaylıklar ve gümrüklerin yükselmesi sonucu ülkemizde küçük imalathaneler kurulmaya başlanmış, devlet de özellikle dokuma, şeker ve kağıt alanında modern bir sanayi kurmayı başarmıştır. 1950 yılından sonra ise sanayileşme hızlanmış, sanayi dallarında çalışanların sayısı iyice artmıştır. Fakat bu sanayileşme, daha çok montaj sanayii ve bazı yan sanayi kollarında kendini göstermiştir[45].
Cumhuriyetin ilk yıllarında iş hayatını düzenleyen en önemli kanun Borçlar Kanunudur. BK 313-354 üncü maddeleri arasında hizmet sözleşmesi bireyci (ferdiyetçi) ve liberal bir görüşle hazırlanmıştır. Onun dışında Maden işçileriyle, hafta sonu tatiliyle ilgili kanunlar da çıkarılmıştır: 1924 tarihli ve halen yürürlükte olan Hafta Tatili Hakkında Kanun. Daha sonra 1936 yılında ayrı bir İş Kanunu, 1947 yılında da Sendikalar Kanunu çıkarılmıştır. 1936 yılında çıkarılan İş Kanunu, Türk İş Hukukuna modern işçi haklarını en geniş şekliyle getiren bir kanundur[46]. Çünkü bu yasa hazırlanırken, Uluslararası Çalışma Örgütünün andlaşmalarından geniş ölçüde yararlanılmıştır. Böylece işçilere yabancı ülkelerde kabul edilmiş olanların aynı veya benzerleri haklar sağlanmıştır, denilebilir[47]. Ancak yine de 1936 tarihli İş Kanununda bazı olumsuz hükümlere de yer verilmiştir; grev ve lokavt yasaklanmış, toplu iş uyuşmazlıklarının çözümü zorunlu tahkim sistemine bağlanmıştır. Beden ve fikir işçisi ayrımı yapılmış, fikir işçileri ile 10’dan az işçi çalıştıran iş yerleri Kanun kapsam dışında tutulmuştu[48]. İş hukukundan doğan uyuşmazlıkların çözümüyle ilgili olarak ise 1950 yılında İş Mahkemeleri Kanunu çıkarılarak, iş yargılaması özel mahkemelere bırakılmıştır.
İş mevzuatında asıl gelişme ise 1961 Anayasasından sonra olmuştur. 1961 Anayasası md 42 ile başlayan bölümünde çalışma hayatına ilişkin yeni esaslar getirmekteydi. 1963 yılından sonraki dönemde planlı bir kalkınma yolu izlenmiştir. Bu politikanın izlenmesi, sanayinin tarımdan daha hızlı gelişmesini sağlamıştır. Sanayide çalışan kesimin artması da iş mevzuatında gelişmeye ivme kazandırmıştır. 1967 yılında bir İş Kanunu çıkarılmış, ancak bu kanun, şekil yönünden anayasaya aykırı bulunarak Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Türk Toplu İş hukukun karakteri, güdümlü olması ve müdahaleci bir nitelik taşımasıydı. Özellikle 1946 yılına kadar işçi-işveren ilişkileri serbest bırakılmamış; bu ilişkiler devletin çeşitli kademelerdeki müdahalesi ile düzenlenmiştir[49]. O dönemin siyasi rejiminin otoriter bir rejim olduğu ve tek parti yönetiminin bulunduğu hatırlanacak olursa, bunu doğal karşılamak gerekir. 1947 yılında Sendikalar Kanunu çıkarılmıştır. Cumhuriyetin 1960 yılına kadar süren döneminde Devlet, grev ve lokavtı yasaklamış ve toplu iş uyuşmazlıklarının çözümünü de mecburi tahkim kurallarına bırakmıştır Bir başka deyimle, bu dönemde Toplu İş Hukuku devletin doğrudan müdahalesi altındadır; işçi-işveren mesleki kuruluşlarına bırakılan faaliyet alanı çok dardır. Zaten bu dönemin büyük bölümünde mesleki birlik kurma da yasaklanmıştır[50]. 1961 Anayasınının 47. maddesi, geçmiş dönemlerdeki toplu iş hukukuna bir tepki olarak, toplu iş sözleşmesi ve grev ve lokavt hakkını anayasal bir hak olarak düzenlemekteydi[51]. 1963 tarihli Sendikalar Kanunu ile Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu ile işçi-işveren ilişkileri yeniden düzenlenmiştir. Bu yeni düzenleme serbestlik ilkesine oturtulmuş; işçi-işveren mesleki birliklerinin aralarındaki ilişkileri serbestçe düzenlemeleri esası temel alınmıştır. Böylece devlet, işçi-işveren ilişkilerinde 1923-1950 döneminde izlediği müdahaleci politikayı bırakmış; onun yerine serbestlik politikasını uygulamıştır[52]. İşçiler ilk kez yasal olarak grev yapma hakkına, işverenler de lokavta başvurma olanağına kavuşmuştur[53]. Ancak 1980 yılına kadarki dönemde, işçi-işveren ilişkileri yasa koyucunun düşündüğü ve umduğu biçimde gelişmemiştir[54]. Bunun üzerine 1980 yılında askeri yönetim işçi-işveren mesleki birliklerinin toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavt yetkilerini geçici olarak kaldırmıştır.
Toplu iş hukukunda, esas, 1982 Anayasasının yürürlüğe girmesinden sonra çıkarılmış kanunlarla köklü ve kalıcı değişiklikler yapılabilmiştir. 1982 Anayasası ve 1983 yılında çıkarılan Sendikalar Kanunu, Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu ve diğerleri ile yeni bir dönem başlamıştır. Bu yeni dönemi oluşturan yasaların izlediği birinci amaç, bozulan ve tıkanmış işçi-işveren ve hatta devlet ilişkilerini düzeltmek ve işler duruma getirmekti. Bunu yaparken, serbestlik ilkesinden olabildiğince uzaklaşmamak, çıkarılan yasaların izlediği ikinci amaçtı. Böylelikle 1961 Anayasası ile serbestlik ilkesine oturtulmuş olan işçi-işveren ilişkileri; 1982 Anayasası ve onu izleyen yasalarda sınırlı serbestlik ilkesine dayandırılmıştır[55]. Yasaların izlediği üçüncü amaç, toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavta ilişkin tüm esasların; hatta ilke niteliği taşımamakla birlikte eski uygulamada sorun yaratmış konulara ilişkin çözümlerin de Anayasada düzenlenmiş olmasıdır.
Sosyal güvenlik hukuku sisteminin oluşumu ise şöyle seyretmiştir: Osmanlı imparatorluğu döneminde sosyal risklere karşı güvence esnaf birlikleri (loncalar) tarafından sağlanmaya çalışılmıştı. Ancak resmi olarak ilk defa asker ve memurlarla sınırlı olmak üzere emeklilik yardımlaşma sandıkları kurulmuştu[56]. 1936 tarihli İş Kanununda sosyal güvenlikle ilgili temel ilkeler belirlenmişti. Hatta sosyal sigortaların kuruluş ve gelişimi, anılan yasadaki esaslara göre yönlenmiştir. Ancak sosyal güvenlik sisteminin kurulması 1945 yılından sonraki döneme rastlar. 1945 yılından sonra sosyal güvenlik alanındaki çabaların yoğunluk kazanmasında ise, İkinci Dünya Savaşı sırasında İngilterede başlayan ve tüm Batılı ülkelerle birlikte Türkiye’yi de etkileyen kapsamlı bir sosyal güvenlik sistemi lehindeki yeni anlayış ve gelişmelerin rolü olmuştur[57]. Öncelikle iş kazaları ve meslek hastalıkları ile analık sigortaları kurulmuş, 1946 yılında Sosyal Sigortalar Kurumu kurulmuştur. 1965 tarihli Sosyal Sigortalar Kanunu halen yürürlüktedir. Her şeye rağmen Türkiye henüz sanayileşmesini tam olarak tamamlamadığından, modern iş hukukunun bütün kurumları ile yerleştiği söylenemez. Sanayileşme süreci tamamlanmadan, işçi-işveren ilişkilerinde ve sosyal güvenlik alanında bir uyum sağlayabilme son derece güçtür[58].
1961 Anayasası, sosyal güvenlik hakkı anayasal bir hak olarak tanımıştır. Böylece, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde ifadesini bulan ve çağdaş anayasaların çoğunda yer alan sosyal güvenlik hakkı, anayasal bir hak haline gelmiştir. Sosyal güvenlik hakkı 1982 Anayasasında da aynı şekilde benimsenmiştir[59]. 1983 yılında geçici tarım işçilerine de isteğe bağlı olarak sigortalı olma hakkı tanınmıştır[60]. Türk sosyal güvenlik sistemi, bir yandan primli rejime, öte yandan sosyal yardım ve hizmetlerden oluşan primsiz rejime dayanır[61]. İşçi statüsünde olanlar Sosyal Sigortalar Kurumuna, bağımsız olarak çalışanlar Bağ-Kur adlı sigorta kurumuna kayıtlıdırlar. Devlet memurları ise Emekli Sandığına. Halen bu üç kurumun birleştirilmesi çalışmaları yürütülmektedir. İş mevzuatını düzenleyen 1964 tarihli Sosyal Sigortalar Kanunu, 1971 tarihli İş Kanunu, 1983 tarihli Sendikalar Kanunu, 1983 tarihli Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu halen yürürlüktedir. Ancak 2002 Yılında kabul edilen İş Güvencesi Yasası ve halen TBMM’de görüşülmekte olan İş Kanunu ile iş hukuku yeniden düzenlenmektedir. Bu düzenlemelerde ülkesel koşullar dikkate alınmakta, bir yandan işçilerin güvenliği sağlanırken bir yandan da haftalık çalışma saatleri uzatılmakta, Cumartesi günü tatil günü olmaktan çıkarılmakta, işsizlik sigortası ilk defa yürürlüğe konulmaktadır. Bununla birlikte bu iki kanun kamuoyunda büyük tepkiye neden olmuş, Cumhurbaşkanı tarafından yeniden görüşülmek üzere Meclise iade edilmiş olup, Kanunlaştırma çalışmaları halen devam etmektedir. Basın İş Kanunu ve Deniz İş Kanunu, iş hayatını düzenleyen diğer önemli yasalardır.
***Makalenin yazım tarihinden sonra 2003 yılında 4857 sayılı İş Kanunu yürürlüğe girmiş halen bu kanun uygulanmaktadır.